Sübjektif değer teorisi ekonomik mal ve hizmetlerin ‘değerini ve fiyatını’ tüketicinin mal ve hizmetlere atfettiği ettiği ‘önem ve faydanın’ belirlediğini öne sürer. Sübjektif değer teorisinin doğuşuna kadar, iktisat biliminin ‘ekonomik değeri’ neyin belirlediğine dair açıklamaları birkaç hatadan başka bir şey değildi. Ekonomik üretim, değer ve refahı sadece toprak mahsullerine veya değerli taş ve metallere veya üretim sürecinde kullanılarak ürüne ‘dönüşen’ emek miktarına bağlayan fikirler yalnızca bilimsel bir hata olmakla kalmadılar, ayrıca emperyalizm ve sosyalizm gibi ağır bedeller ödeten cereyanların çıkış kapıları da oldular.
Merkantilizm ve fizyokrasi zaten bir kenara dursun, Klâsik İktisat Okulu’nun emek değer teorisi iktisat biliminin ‘başlangıç’ değer teorisi idi. Bu teori 19. Yüzyıl boyunca genel kabul gördü ve hatta Karl Marx ve takipçileri bütün bir Marksist iktisat geleneğini bu değer teorisi üstüne kurdu. En basit şekliyle ifade edecek olursak, bu teoriye göre, ekonomik malların değerini üretimde kullanılan ve bu suretle bu malların içine ‘gömülen’ emek miktarı belirlemekteydi. Emek, üretim süreci esnasında ürünlerin içinde somutlaşıyordu ve objektif bir unsura dönüşüyordu. Maksist anlayış, bu temele dayalı olarak, sermayenin de aslında biriktirilmiş emek olduğunu düşündü. Bir sonraki adım, artık değer teorisi üzerinden, kapitalistlerin işçileri sömürdüğü sonucuna ulaşmaktı.
Klâsik iktisatçılar ‘belirli bir ürünün somut miktarının’ tercihte bulunan kişi tarafından algılanan değerini dikkate almamışlardı. Bunun yerine, onlar ürünlerin –ekmek, meyve, ayakkabı, şemsiye gibi– soyut, genel kümelerine ve bu soyut kümelerin insanlara genel faydasına odaklandılar. Başka bir ifadeyle, iktisat biliminin kurucu babaları olan klâsik iktisatçılar, tüketicilerin ürünlere yönelik sübjektif kıymet takdirlerini teorilerinin konusu yapmadılar. Bu başarısızlık, sübjektif değer teorisinin doğuşundan sonra, ‘klâsik iktisadın büyük hatası’ olarak adlandırılmayı hak eder.
Bu hatanın sonucu olarak, Klâsik Okul ünlü değer paradoksu sorununun çözümünde çaresiz kaldı. Elmaslar veya altın yalnızca estetik zevk ve dikkat çekme–gösteriş amaçlı teşhir faydasına sahiptir. Ekmek veya su ise insan hayatının bekasında kritik bir öneme ve tartışmasız faydaya sahiptir. Ancak bu devasa önem farkına karşın, nasıl olur da, bir somun ekmeğin fiyatı eşit ağırlıktaki bir elmas ile kıyaslandığında önemsiz bir paraya tekabül eder? Bu sorunu aşmak amacıyla klâsik iktisatçılar değer kavramını ‘kullanım değeri’ ve ‘mübadele değeri’ olarak ikiye ayırmak zorunda kalmıştı. Bu ayrımda, mübadele değeri bir malın yalnızca piyasa fiyatını belirler. Kullanım değeri ise bir malın insan ihtiyaçlarına hizmet etmedeki önemini gösterir.
Ancak, yapılan bu ayrım klâsik fiyat teorisinde bir çatlağın oluşmasına yol açmıştı. Klâsikler dikkatlerini ‘nadir malların kullanım değerini’ değil, ‘yeniden üretilebilir malların mübadele değerini’ izaha yöneltti. Onlara göre, yeniden üretilebilir malların mübadele değeri üretim maliyetlerince belirleniyordu. Esas rolü oynayan şey ‘emek, toprak ve sermaye’ olarak tasnif edilen üretim faktörlerinin farklılaşan objektif nitelikleri idi. Malların teknik üretim şartlarının bu şekilde başlıca konu olarak görülmesi, fiyatı insan iradesi ile bağlantısız kalan faktörlerin belirlediğini söylemek anlamına geliyordu. Antika eşyalar, değerli taş ve metaller, resim sanatının Eski Ustaları tarafından yapılmış tablolar gibi, üretim sürecinin bollaştıramayacağı, yeniden üretilebilir olmayan ya da sınırlı surette yeniden üretilebilir olan nadir malların kullanım değeri onların değer teorisinde adeta konu dışı tutulmuştu. Çünkü bu mallar iktisadî faaliyetten ayrı, değeri açıklanamaz, bu yüzden verili olarak kabul edilmesi gereken ve nispî olarak önemsiz bir mal gurubu olarak görüldü.
Sübjektif değer teorisi ise, işe mallar arasındaki temel bir ayrımı yaparak başlar. Eğer bir mal insanların bu mal için duyduğu bütün ihtiyacı karşılayacak seviyeden daha fazla miktarda mevcut ise ‘iktisadî olmayan mallar’ gurubuna girer. İçilebilir suyun tabiatın sunduğu bir imkân olarak yeterince bol olduğu bir bölgede insan yapımı su havzası, su kanalları, tulumbalar veya filtre cihazları için bir iktisatlı kullanım gereği duyulmayacaktır. İnsan ihtiyacını tamamen karşılamaya yetmeyecek miktarda olan mallar ise ‘iktisadî mallar’ gurubunu oluşturur. İşte bu mallarda insan iktisatlı kullanım yapmak zorundadır, çünkü mevcut miktar bütün fiilî talebi karşılamaya yetmeyecektir. Dolayısıyla, birey ihtiyaç duyduğu malları önem sırasına göre sıralandırır ve öncelikle en önemli/acil ihtiyaçlarını karşılamayı hedefler. Tam da burada, malların belirli miktarlarının tercihte bulunan kişi için marjinal artış veya azalış miktarları önem kazanır. Tüketici, kendisi için marjinal faydası en düşük olan malları elden çıkartarak, sübjektif değer skalasında en ön sırada yer alan ihtiyaçlarını karşılayacak malları edinmeye çalışır ve bu şekilde bir fayda maksimizasyonu güder.
Tercih yapmak zorunda olan kişinin değer skalasında, hangi malın ne kadarlık bir marjinal birimini elden çıkaracağı ve karşılığında marjinal faydası kendisi için daha büyük olan hangi malı alacağı alış–veriş kararı için temel kıyastır. Paranın sadece bir değişim aracı olduğunu dikkate alırsak, örneğin bir süpermarkete girdiğimde, benim için marjinal faydası en düşük olan kendi ürettiğim bankacılık hizmetlerini elden çıkartıp, bu kendi üretimime karşılık olarak, başka insanların ürettiği ve daha fazla ihtiyaç duyduğum gıda mallarını alırım. Vazgeçilen ve karşılığında elde edilen marjinal birimlerin tercihte bulunan kişi için kardinal surette ölçülemez olan, sübjektif değeri baş rolü oynar. Bir mübadele işlemini, değiş–tokuş ettikleriniz ‘eşdeğer’ olduğu için değil, aldığınıza verdiğinizden daha fazla değer yüklediğiniz için gerçekleştirirsiniz. Malların önemine göre, birey tarafından sadece ordinal surette sıralandığı bu değiş–tokuş süreci Menger’in ifadesiyle, “Değerin insanların bilinci dışında var olmadığına” ve “Ürünlerin değerinin… tabiatın gerektirdiği şekilde bütünüyle sübjektif oluşuna” işaret eder.
Menger’in değer paradoksunu çözdüğü ifadeleriyle devam edelim. Suyun bol miktarda mevcut olmasına karşın, elmaslar ve altının aşırı derecede az bulunur olması nedeniyle:
“Normal koşullar altında…, eğer insanlar içme suyunun belirli miktarının idaresinden mahrum kalmış olsalardı, hiçbir insan ihtiyacı tatmin edilmemiş kalmak zorunda kalmazdı. Diğer yandan, altın ve elmaslara gelince, mevcut toplam miktarca temin edilen en az önemli tatminler dahi, yine de, iktisatlı kullanımda bulunan insanlar için nispeten yüksek bir öneme sâhiptir. Bunun için, içme suyunun somut miktarları genellikle iktisatlı kullanımda bulunan insanlar için hiç öneme sâhip olmayacak, ama altın ve elmasların somut miktarları yüksek bir değere sâhip olacaktır.”
Değeri ve fiyatları belirleyen şeyin üretim maliyetleri olduğunu kabul eden görüş, bize doğa tarafından verili sunulması nedeniyle kendileri bir üretim maliyetine sahip olmayan toprak ve emek hizmetlerinin fiyatlarını açıklamakta aciz kalır. Aslında, maliyetler tüketici kıymet takdirlerinin sonucu olan fiyatların pasif ve dolaylı birer sonuçlarıdır. Tüketici malları, yani nihaî mallar doğrudan tüketici talepleri sonucunda bir değer ve fiyata sahip olur. Nihaî malların üretiminde kullanılan toprak, ara mallar ve emek kendi değerlerini dolaylı olarak tüketici fiyatları üzerinden bulur. Değer isnadı sürecini tüketici başlatır. Tüketiciden aldığı sinyallere dayalı olarak, kendi üretim faktörleri talebini belirleyen girişimciler de değer isnadı sürecini toprak, hammadde, ara mal ve emek hizmetlerine yönelik olarak genişletir.
2012–13 yıllarında altın fiyatlarındaki düşüş sonrası yurtiçi piyasadaki çeyrek altın fiyatlarının seyri, değerin sübjektif oluşunu kanıtlayan güzel örneklerden birisidir. Altın fiyatlarındaki düşüş sonrasında, tüketicilerin özellikle çeyrek altın talebini ani ve şiddetli bir şekilde artırmaları nedeniyle, çeyrek altın fiyatı tam altın fiyatının (düz gram hesabı ile bulunan ve beklenen) çeyrek değerinden daha fazla seviyelere tırmanmıştır. Çeyrek altın, yarım veya tam altın ile aynı üretim maliyetlerine sahip olduğu ve kendi üretiminde aynı miktar emek kullanımı devam ettiği halde, marjinal fiyat artışları kaydetmiştir. Aynı ayardaki hammaddeden üretilmiş olduğu halde, halkın aynı saflıktaki altının çeyreklik şeklindeki belirli bir formuna yoğunlaşan talebi bu fiyat ve değer fazlalığının oluşmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, sübjektif değer teorisince ileri sürülebilir ki, sadece 1 kg altının var olduğu bir dünyada dahi, şayet insanlar ona yönelik hiçbir talepte bulunmasalardı, kıtlık derecesinden bağımsız olarak altın da herhangi bir değere sahip olmayacaktı.
George J. Stigler’in “Bir değer teorisi olmaksızın, ekonomist ne uluslararası ticaret teorisine ne de muhtemelen bir para teorisine sahip olur” sözünü teyit edecek şekilde, sübjektif değer teorisinin iktisat bilimindeki sonuçları devasa oldu. İlk akla gelen örnekler olarak, Mises ve Hayek bu teorinin dayanakları üzerinde yükselerek, sosyalist hesaplama tartışması denen şeyi başlattılar ve 1990’lar itibariyle tartışmanın kazanan tarafı olarak genel kabul gördüler. Hayek–Keynes tartışmasında Hayek’in konumu kazındığında altından sübjektif değer teorisi çıkar. William H. Hutt bu teorinin ileri bir adımı olarak tüketici egemenliği doktrinini dile getirdi. Israel Kirzner bu değer teorisi kaynağından beslenerek, girişimciyi ve girişimciliği gerçek anlamda iktisat biliminin konusu yapan ilk isim oldu.
Bununla birlikte, Menger’in ve sübjektivist paradigmasının iktisat biliminin gelişimindeki yeri iki farklı değerlendirmeye konu olabilir. Joseph T. Salerno, Popper’gil denebilecek bir bakış açısıyla, Menger’in klâsik iktisadı devirmek amacıyla yola çıkmadığını, yaptığı şeyin klâsik iktisadın eksiklerini tamamlamak ve hatalarını tashih etmek olduğunu iddia eder. Dolayısıyla, bu pencereden bakınca, Avusturya Okulunun paradigması klâsik iktisadın günümüzdeki geliştirilmiş devamı olmaktadır. Israel Kirzner ise Menger’i daha çok Thomas S. Kuhn’un bilimsel devrimlerin yapısına dair bakış açısıyla okur. Kirzner’a göre, Menger iktisat biliminde eski ile derin bir kopuşu temsil eden bir devrimcidir;
“Vuku bulmuş görünen şey odur ki, Menger en azından, bütün piyasa sisteminin işleyişi üzerine, bu sistemin o dönemde hâlen hâkim olan Ricardocu algılanış tarzı ile radikal surette tezat oluşturan, muazzam bir perspektifi göz ucuyla yakaladı. Ricardocu vizyona göre, toplam üretimin hacmi ve büyüme oranı ve bu büyüme oranının… üretim faktörleri sınıfları arasındaki kendi dağılım biçimi, hiç olmazsa uzun dönemde, karşı konulamaz bir şekilde nesnel, fizikî gerçeklikler tarafından belirlenir. Bu tür belirlenimin açıklanmasında insanın becerikliliğinin, insanın değerlendirmelerinin, insanın beklentilerinin ve insanın keşiflerinin herhangi bir rolü için yer yoktur.
Öte yandan, Menger iktisat tarihini taban tabana zıt terimlerle anlamaya giden bir yolu göz ucuyla yakaladı. Bu görüşe göre, fizikî ve biyolojik gerçeklikler arka plana geri çekilir; beşerî olayların akışını aktif bir şekilde belirleyen yalnızca insanoğlunun eylemlerinin tesiridir. Menger’in kitabını [İktisadın İlkeleri’ni] yazarken hissettiği ‘hastalıklı heyecanın’ sorumlusunun işte bu devrimci yeni vizyon olduğunu ileri sürüyorum.”
Şahsen, Kirzner’in daha haklı olduğunu düşünüyorum. Bunu nedenini, Adam Smith’in “doğal özgürlük sistemi” ifadesine yönelik bir eleştirel yorumumu bir sanat eseri üzerinden dile getirme cesareti göstererek açıklamaya çalışacağım. Smith müdahale edilmemiş bir ekonominin ve toplumun gösterdiği düzenliliğe işaret etmek üzere “doğal özgürlük sistemi” ifadesini kullanmıştı. Fakat, ben buradaki “doğal” kelimesinin aslında amaca, hatta Smith’in kastına hizmet etmediğini düşünüyorum. Smith’in bu ifadesi, özgürlük durumunun adeta bir yağmurun yağışı gibi doğal ve kaçınılmaz olduğu çağrışımını yapar. Veya daha kötüsü, Smith’in “doğal özgürlük sistemi” tabiri, bir Marksist’in seve seve istismar edebileceği bir çağrışım olarak, büyük balığın küçük balığı yutmasını ya da benzer şekilde, vahşi hayvanların, beslenme döngüsünün bir gereği olarak, sırayla bir diğerini mideye indirmesini de akla getirir. Böylece, bu amansız doğallık ve kaçınılmazlık, serbest piyasanın bir dayatma olduğu şeklindeki hatalı düşüncenin de altında yatan nedenlerden birisi gibi görünür.
Washington, D.C.’de Federal Trade Commission binasının önünde bulunan aşağıdaki heykelin adı Ticareti Kontrol Eden Adam’dır (Man Controlling Trade). Heykeltraş Michael Lantz tarafından 1942’de yapılmıştır. Ticareti temsil eden at her an kontrolden çıkmaya hazır gibidir. Doğasının ona verdiği kör güdülerini tatmin etmekten başka bir eylemi gerçekleştiremez. Olabildiğince kaslı ve yüzü son derece erkeksi olan bir adam ticareti kontrol altına almaya çalışır. ‘Ticaret kontrol edilmesi gereken doğal bir güçtür’ der bize bu eser; izleyicisini ticaret denen şeyin doğuşunda insan tercihlerinin “insanın becerikliliğinin, insanın değerlendirmelerinin, insanın beklentilerinin ve insanın keşiflerinin herhangi bir rolü için yer” olmadığına inandırmak ister. Bu eserde gömülü toplum anlayışına göre, “fizikî ve biyolojik gerçeklikler” başat bir rol oynar. Toplum daha dengeli hale getirilebilecek bir hamurdadır ve böyle olduğu için de ticaret, ekonomi kontrol edilip, kısıtlanmalıdır/kısıtlanabilir. Toplumun üzerinde rasyonel konstrüktivist bir anlayışla, tıpkı fizik biliminde olduğu gibi, denenmeler ve deneyler yapılabilir. İnsanların bu deneylere konu olmak istemeyeceği önemsenmez. İnsanların mülkiyetleri ve özgürlükleri pahasına doğal güçler denetim altında tutulmalı ve (kontrolcülerin keyfî değer yargılarına göre belirlenen) sözüm ona ‘aşırılıkları’ budanmalıdır.

Fotoğraf: Ünsal Çetin, Washington, D.C., Federal Trade Commission, 11 Ağustos 2011.
Fakat ticareti veya diğer bütün beşerî kurumları bir at ile betimlemek ancak Ricardocu bir hatayla mümkündür. Çünkü en rafine ifadesiyle, toplum ve ekonomisi insan tasarımının değil ama insan eyleminin amaçlanmamış sonucudur. Dil, örf ve adetler, ticaret ve rekabet, fiyat sistemi ve para, mülkiyet hakları ve hukuk gibi kurumlar merkezde oturan bilgin bir zihnin üretimi olmadılar. Bütün bu kurumlar sübjektif kıymet takdirlerine göre maddî ve manevî amaçları peşinde koşan insanoğlunun evrimi sürecinde kendiliğinden doğdu ve gelişti. Adam Smith ve David Hume’dan bu yana liberal geleneğin filozof ve bilim adamlarınca incelenen ve açıklanan toplumun doğuşu ve açığa çıkan amaçlanmamış düzen “doğal” olmaktan çok “beşerî”dir. Doğru ifade bu yüzden “beşerî özgürlük sistemi” olmalıdır. Bu sistem hiçbir şeyi “doğal olarak” dayatmaz. Her biri alternatif maliyete sahip olan insan tercih ve eylemleri, amaçları bakımından sınırsız bir çeşitlilik gösterir. Kınanan kapitalist sistem işte bu çeşitliliğe izin veren bir özgürlük çerçevesidir. “Beşerî olayların akışını aktif bir şekilde belirleyen yalnızca insanoğlunun eylemlerinin tesiridir.” Kapitalizmin maddî boyutta ürettiği zenginlik insanların bir kısmını fakirleştirme pahasına gerçekleşmez. Zenginliğin gittikçe artması, dünya üzerinde orta sınıfların genişlemesi ve mutlak fakirliğin sahra altı Afrika ile Asya’nın bazı bölgelerine kadar geriletilmesi kapitalizm sayesinde olmuştur, kapitalizme rağmen değil. İnsanın doğal yaşam koşulları açlık, hastalık, ölümcül tehlikelerle doludur. Bu anlamda, doğanın bize sunduğu bir doğal hak da yoktur. Doğa insanoğlunu kayırmaz; insana karşı adil veya gayri adil davrandığı söylenemez. İnsan hakları (ve doktrini) özgür beşerî gelişimin sonucudur. İnsanın manevî ihtiyaçlarına gelince, beşerî özgürlük sistemi haddini bilir, insanın manevî kurtuluşunu ona bırakır. Hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı, yaşanacaksa doğru yaşam tarzının ne olması gerektiği sorulduğunda özgürlük sistemi sessiz kalır. Bu çerçeve sistem insanın tercihlerini veri olarak alır, onlara dayatmaz. Liberalizm, bir birini tamamlayan iki deniz feneri gibi olan ‘İskoç Aydınlanması şüpheciliği’ ve ‘Avusturya İktisat Okulu sübjektivizmi’ ışığında değer çoğulculuğunu benimser. Din ve vicdan özgürlüğü; manevî huzur için en geniş seçim alanları da en iyi ve en çok kapitalist toplumlarda nefes alır.
Birey değerini tekrarının olmamasından, biricikliğinden alır. Bu dünyadaki insan sayısı kadar ‘başka’ dünya vardır. Vasili Grossman’ın muhteşem bir edebî güzelliğe sahip sübjektivist ifadeleriyle;
“İnsan ölür ve özgürlük dünyasından köleliğin hükümdarlığına geçer. Yaşam özgürlüktür ve dolayısıyla ölüm, özgürlüğün yavaş yavaş yok olmasıdır: Önce bilinç zayıflar, sonra söner; bilincin söndüğü bir organizmada yaşam süreçleri bir süre daha devam eder, kan dolaşımı, solunum, metabolizma çalışır. Ama bu, kölelik yönünde kaçınılmaz geri çekilmedir, bilinç sönmüş, özgürlük ateşi sönmüştür.
Gece gökyüzünde yıldızlar sönmüş, Samanyolu kaybolmuş, güneş sönmüş, Venüs, Mars, Jüpiter sönmüş, okyanuslar donup kalmış, milyonlarca yaprak öylece kalakalmış ve rüzgâr durmuş, çiçekler renklerini, kokularını yitirmişler, ekmek kaybolmuş, su, havanın serinliği, boğuculuğu kaybolmuştur. İnsanın içinde var olan evrenin varlığı sona ermiştir. Bu evren insanların dışında var olan evrene şaşılacak şekilde benzer. Bu evren, milyonlarca canlı kafanın içinde yansımaya devam eden şeye şaşılacak şekilde benzer. Ama bu evren, özellikle okyanusunun sesi, çiçeklerinin kokusu, yapraklarının hışırtısı, granitlerinin renkleri, sonbahar tarlalarının hüznü, her biri insanların içinde geçmişte var olmuş, bugün de var olan ve insanların dışında sonsuza dek var olacak olan şeyden farklı olduğu için şaşırtıcıydı. Özel yaşamın ruhu, yani özgürlük, bu evrenin bir eşinin daha olmamasında, tek olmasındadır. Evrenin insan bilincinde yansıması, insan gücünün temelini oluşturur, fakat yaşam ancak insan zamanın sonsuzluğu içinde hiçbir zaman hiç kimse tarafından tekrarlanmayan bir dünya gibi var olduğunda bir mutluluk, özgürlük haline gelir, yüksek bir anlam kazanır. İnsan ancak o zaman kendisinde bulduğu şeyi başkalarında bularak özgürlüğün ve iyiliğin mutluluğunu hisseder.”
Kirzner, sübjektif değer teorisinin iktisat biliminin gelişimindeki önemine dair görüşünde haklıdır; Adam Smith eğer iktisat bilimini sübjektif değer teorisi temelleri üzerinde kurabilseydi, muhtemeldir ki, sosyalizmin ve kesif müdahaleciliğin cazibesi 20. Yüzyıl’a hükmedemeyecekti. Ricardo eğer, özünde yıkılmaz bir gerçek barındıran, kendi keşfi olan karşılaştırmalı üstünlükler kuramının sübjektif değeri de ima ettiğini fark edebilseydi, belki de, emek değer teorisinin Marx ve takipçilerince gerçekleştirilen kötüye kullanımının önüne geçebilirdi. Kim bilir, eğer bu olsaydı, milyonlarca insanın hayat ve özgürlükleri kurtarılıp korunabilirdi. Fakat yine de Smith, Ricardo ve diğer klâsik iktisatçılar saygı duyulmayı hak eder. Şu hâlde bile, iktisat bilimine katkıları elmas kadar değerlidir. Tıpkı, onların devrimci halefleri Menger, Mises ve Hayek’in çığır açan katkıları gibi.
Referanslar
Vasili Grossman, Yaşam ve Yazgı, 2. Kitap, ss. 318–319, Can Yayınları, Ocak 2012. (İtalik vurgular bana aittir–Ü.Ç.). Yaşam ve Yazgı Vasili Grossman | Can Yayınları (canyayinlari.com)
Israel M. Kirzner, “Mises and His Understanding of Capitalist System,” Cato Journal, Vol 19, No 2, Fall, 1999, ss. 215–228. The Cato Institute, 1999, s. 219. Mises and His Understanding of the Capitalist System | Mises Institute
Carl Menger, Principles of Economics, Çevirenler; James Dingwall ve Bert F. Hoselitz, New York: New York University Press, 1976, s. 121 ve s. 140. Principles of Economics | Mises Institute
Joseph T. Salerno, “Carl Menger: The Founding of the Austrian School”, ss. 71–100, The Great Austrian Economists içinde, ed. Randall G. Holcombe, The Great Austrian Economists | Mises Institute
George J. Stigler, “İktisat Biliminin Süreci ve İlerlemesi”, Liberal Düşünce Dergisi, Yıl 17, Sayı 65, ss 83–99, Kış 2012, s. 88. Liberal Düşünce Dergisi » Makale » İktisat Biliminin Süreci ve İlerlemesi (dergipark.org.tr)
yoruma kapalı...